Başkan Yazıcı sonuna kadar gitmeli |
Milat... Sanıktan delile değil delilden sanığa dönemine geçilmesinin miladı. Amerikan filmlerinden biliyoruz. Polis cinayetten şüphelendiği adamın evine geliyor, soru sormak istiyor. Adam pür masum, yine de isterse ağzına fermuar çekiyor: ‘Avukatım olmadan konuşmam’ Öyle ya, niye konuşsun, ya konuşurken ‘akım diyeceğine bokum’ derse. Ve cinayetle suçlanacakken, gübre olma iddiasıyla savcılığa götürülse, azot yoluna gitse... Adamlarda delilden sanığa gidiliyor. Bizde ise sanıktan delile. Bu gidişat bile tartışmalı. ‘Bir dönem’i kastederek söylüyorum, şu sıralar değişti mi bilmiyorum, değişmiş olduğunu umuyorum. Hepimizdeki imaj: - Konuş lan sen mi yaptın! Sanıktan delile bile değil, sanıktan direkt itiraf ettirmeye... O arada orada olanı biteni, bilenler bilmeyenlere nakletsin, anlatmaya şu ara bünyem müsait değil. *** Dönersek yeniden Yazıcı konusuna. Bence ‘pardon’ kesmemeli Yazıcı’yı. Biliyorum tazminat davası falan açmayacak. Biliyorum, polis teşkilatını karşısına almak istemeyecek. Yapılanın ‘insani’ bir hata olduğunu düşünecek ve affedecek. Ama aslında bugün Yazıcı, yarın belki başka biri, mutlaka sonuna kadar gitmeli. Bizim polis de artık (tabii yasa koyucu ona göre düzenlemeler yapacak) adamın kapısına dikildiğinde göz altına almak için, eldeki delillerin ne kadar yeterli olduğunu mutlaka gözden geçirmeli. Bu deliller suçlama- yakalama için yetmez diye düşündüğü anda, kapıyı çalmaktan vazgeçmeli. Bakın, n’olur yanlış anlamayın. Polis düşmanı falan değilim. Tersine, polis yandaşıyım. Çünkü benim özlediğim polis, herkesin seveceği sayacağı, saygı duyacağı, olması gereken polis. Bizim idari mekanizma da değişmeli. Yine son olaydan hareketle söylüyorum. Bir soruşturma yapılsa, bir dava açılsa, şu ‘ihmal’, şu şaşkınlık, ya bir kişinin başına patlar, ya iki. Hiyerarşik sistemde her bürokrat bir biçimde ‘eskiv’ yapıp olaydan yırtar. Demiyoruz ki, alayı suçlansın. Bir sistem yerleşsin. Böyle bir olayda sorumlu direkt sistemin kendisi olsun. Mağdur tazminat davası açacaksa sistemin kendisine açsın. Bir kişiye, iki kişiye değil. *** Çünkü, unutup gideceğiz ama Yazıcı ömür boyu insanların belleğinde emniyet müdürlüğü merdivenlerinden inerken anımsanacak. Aklansa da paklansa da, ‘pardon’ dense de bu böyle. Bir karşılığı olması gerekmiyor mu bu zulmün? *** Şöyle düşünün. Bir süt firması ile ilgili haber yapıyoruz. Marka adı vererek bu firmanın sütlerinde ‘brucella mikrobu’ olduğunu iddia ediyoruz. Haber çıkıyor gazetede, ertesi gün numuneler alınıyor bakılıyor, sütler tertemiz. Raporlar basına açıklanıyor. Haberi yapan bizler ‘özür’ diliyoruz. Sizce kurtuldu mu bu süt firması, üzerine çalınan karadan! Ben söyleyeyim, kurtulmadı, kurtulamaz. Hatta iddialı olacak belki ama, bu firma batar! (Hiçbir şey olmadığı defalarca açıklandığı halde niye kimse balıkla yoğurdu birlikte tüketmez. Niye biliyor musunuz? Ya bir şey olursa diye. Yoksa herkes biliyor, bir şey olmayacağını) Hasılı, süte atılan iftira bir firmanın peşinden geliyorsa, ömür boyu. Emniyet Müdürlüğü merdivenlerinde yürütülmenin, ‘gözaltına alındı’ diye haberlere konu etmenin de bir karşılığı, bir maliyeti olmalı. Kişisel sorumluluk değil sözünü ettiğim. Devlet sorumlu olmalı. *** Uzun lafın kısası, isim benzerliğinden gözaltı, 2010 Türkiyesi’ne yakışmadı. Şu olay ‘Polisten sadece suçlular korkmalı’ tezine de acayip aykırı. Şu sorunun yanıtını verecek var mı? - Türkiye’de niye hala suçsuzlar ve masumlar da korkmaya devam ediyor polisten? Yazıcı sonuna kadar gitmeli derken, ‘emsal’ yaratmaya çalışıyorum. Birgün herhangi birimiz suçsuz yere gözaltına alındığımızda, bilmeliyiz ki bu üzüntümüzü hafifletecek bir ‘tazminat’ bekliyor bizi ufukta... Herşeyin bir bedeli, bir karşılığı var artık uygar dünyada...
ADNAN BAŞTOPÇU / Olay Gazetesi 02.10.2010 tarihli yazısı http://www.olay.com.tr/Sayfa.php?Git=KoseYazilari&id=8698
 Facebook'ta paylaş
Bu haber 2167 kez okunmuştur.
|